Kişisel Web Sitesi

HASAN-I HARKANİYE AİT HİKÂYE

Bir derviş, Ebül-Huseyn-i Harkan’ın şöhretini duyup Talkan şehrinden yola çıkmıştı.

Dağlar aştı, uzun ovalar geçti, şeyhi görmek için özü doğru olarak, Allah’a yalvarıp yakararak bunca yol aldı. Yolda gördüğü cefalar, çektiği eziyetler, anlatılmaya değer.

O genç, yolu bitirip maksadına ulaştı. O padişahın evini sordu. Öğrenip kapısına geldi, yüzlerce saygıyla kapı halkasını vurdu. Şeyhin karısı, kapıdan başını çıkardı.

”Ey kerem sahibi, ne istiyorsun?” Dedi. Derviş, “Ziyaret için geldim” deyince. Kadın kahkahayla gülüp dedi ki: “Sakalına bak yahu. Hele şu yolculuğa, şu uğradığın derde bak. Yerinde, yurdunda işin yok muydu da boş yere yollara düştün? Bir ahmağı görmek hevesine mi düştün, yoksa yurdundan mı usandın? Yahut da şeytan sana bir boyunduruk vurdu, vesveseler verdi de, sana bu yolculuk kapısını açtı.”

Birçok kötü sözler söyledi, küfürlerde bulundu, dırıldandı durdu. Kadının sayısız gülümsemesinden, hikâyeler söylemesinden derviş, pek dertlendi, dertlere uğradı. Dervişin gözlerinden yaşlar aktı, dedi ki: “Bütün bunlarla beraber o adı tatlı padişah nerede?” Söyle bana.

Kadın dedi ki: “O bomboş riyakâr bir hilebazdır. Ahmaklara tuzaktır. Yol azıtanlara kementlik eder. Senin gibi sakalını değirmende ağartan yüz binlerce kişi azgınlıktan ona düşmüştür. Onu görmez, esenlikle yerine yurduna dönersen senin için daha hayırlıdır. Onu görüp de azmazsın hiç olmazsa. Onun işi gücü laftır, kâse yalayıcı, hazır sofraya oturucu bir heriftir. Fakat davulunun sesi, etrafa yayılmış nasılsa. Bu kavim İsrail oğullarına benzer, öküze taparlar. Böyle bir öküze el vurup adarlar işte. Bu hazır sofraya oturan adama kapılan, geceleyin bir leştir, gündüzün işsiz güçsüz bir adam. Bunlar yüzlerce bilgiyi, yüceliği bırakmışlardır da bir hileye, bir riyaya kapılmışlardır. İşte hal bu.”

“Nerede Musa’nın soyu? Gelse de şu öküze tapanların kanlarını dökse. Yazık! Şeriatı, Allah’tan ürküp sakınmayı ardına atmış. Nerede Ömer? Gelse de şiddetle doğruluğu emretse. Bunlar her kötü şeyi mubah biliyorlar. Bu ibahilik bunlardan yayıldı, fesatçı kalleşe de ruhsat oldu adeta. Nerede Peygamberle sahabesinin yolu. Nerede namaz, nerede tespih, nerede onların edepleri.”

Genç, “ Yeter!” diye bağırdı, “ Apaydın günde bekçinin ne lüzumu var? Erlerin nuru doğuyu da tuttu batıyı da. Gökler bile hayrette kalıp secde ettiler. Senin gibi bir şeytanın saçmaları, nereden beni bu kapının tokmağından döndürecek? Ben bulut gibi yele kapılıp gelmedim ki beni bu kapıdan bir tozla çevirebilesin. Öküz bile o kerem kıblesi olunca nur kesilir, fakat o nur olmadı mı kıble, küfürdür, puttur.”

Ondan sonra derviş herkese sormakta, şeyhi her tarafta araştırmaktaydı. Birisi dedi ki: O kutup, odun getirmek üzere ormana gitti. O Zülfikar düşünceli ve ateşli derviş şeyhin havasına uyup ormanın yolunu tuttu. Şeytan, aklına ayı tozla örten bir gizli vesvese vermekteydi. Bu din şeyhi neden böyle bir kadını evinde tutuyor, onunla düşüp kalkıyor?

 O bu düşüncedeyken ünlü şeyh, bir aslana binmiş, çıkageldi. Kükremiş aslan odunu çekmekteydi. O kutlu zat da odunlarının üstüne binmişti. Kamçısı bir yılandı. Yücelikle yılanı bir kamçı gibi eline almıştı. İyice bil ki, her şeyh, sarhoş aslanın üstüne biner. O görünür, bu görünmez ama can gözünden gizli değildir. Onların altında yüz binlerce aslan vardır, odun çeker durur. Gayp gözü, onu görür.

Fakat adam olmayan da görsün diye Allah, onları bir bir baş gözüne de gösterir. O padişah, dervişi uzaktan görüp güldü. Sakın dedi, aldanma, şeytanı dinleme.

O ulu şeyh, gönlünün nuru ile dervişin içinden geçeni bildi. O nur, ne güzel bir delildir. O hünerli zat, dervişin yola düşmesinden o ana kadar aklından geçenleri bir bir söyledi. Ondan sonra o güzel güzel çileyip şakıyan zat, kadını kınaması hususunda da ağzını açıp, dedi ki: O tahammül nefis havasında değildir. Bu zan senin nefsinin havasıdır, orada durma. Ben sabredip bu kadının yükünü çekmeseydim aslan, benim yükümü çeker miydi hiç? Ben Allah yükünün altında kendinden geçmiş sarhoş ve köpürmüş bir deveyim. Onun buyruğunda yarı ham bile değilim ki halkın kınaması, yermesini düşüneyim.

Bizim geri kalanımızda onun buyruğudur, ileri gidenimizde. Canımız yüz üstü koşarak onu aramadadır. Bizim tekliğimiz, çiftliğimiz, hava ve hevesten değildir. Canımız, mühre gibi Allah elindedir.

 O ahmağın nazını da çekeriz, onun gibi yüzlercesinin nazını da. Bu, renk aşkından, koku sevdasından değildir. bu kaza ve kader, bizim dersimizin talebeleridir. Artık savaşımızın debdebesi nereye varır, bir düşün. Nereye mi varır? Yere bir yol olmayan bir yere. Işığı, gözleri alan Allah ayına ancak. O nur, bütün vehimlerden ve tasavvurlardan uzak olan nurun nurunun nurunun nurudur!

Bir Cevap Yazın