TEMBELİN DİLEĞİ
Davut Peygamber zamanında birisi, her akıllı ve ahmak adamın yanında, daima şöyle dua edip dururdu. “ Yarabbi, bana zahmetsiz, eziyetsiz bir rızk, bir servet ver. Beni tembel, hor, hakir, ağır ve miskin yaratan sensin. Zayıf ve sırtı yaralı eşeklere, atlarla katırlara yüklenen yük yüklenemez ki. Yarabbi, mademki beni tembel yarattın, rızkımı da tembelliğime bakarak ben çalışmadan ver.
Derlerdi ki “ Bu sersem ne söylüyor, yoksa birisi buna esrar mı yutturdu da aklını aldı.
Birisi alaya alıp “ Haydi yürü, rızkın ulaştı, müjdeci geldi” demekte, öbürü gülüp “Sana gelenden bize de hediye ver” diye alay etmekteydi. O ise halkın bu kınamasına, bu alayına hiç aldırış etmez duayı niyazı azaltmazdı bile. Böyle, böyle şehirde tanındı, boş ambardan peynir aramakta diye şöhret buldu. O yoksul ham tamahlılıkla darbımesel oldu ama yinede bu istekten bu niyazdan ayrılmıyordu.
Nihayet bir gün kuşluk çağında yine ağlayıp inleyerek bu çeşit dua edip dururken, birdenbire evine doğru bir öküz koştu. Boynuzu ile kapıya vurup kilidi kırdı. Küstahçasına evine girdi. Adam hemen sıçrayıp öküzü boynuzlarından bağladı.
Durmadan, aman vermeden hemencecik boğazını kesti. Derisini, yüzdürmek için gövdesini alıp koşa, koşa kasaba götürdü.
Öküzün sahibi onu görüp “ Ey karanlıkta benim öküzümü aşıran, borçlusun bana sen. Neden benim öküzümü kestin be ahmak hilebaz, nerede insafın?” dedi. Adam “ Ben Allah’tan rızk istiyor, kıbleyi niyazımla bezeyip duruyorum. Zamanlarca edip durduğum dua kabul edildi. O, benim rızkımdı, tutup kestim, işte sana cevap dediyse de öküz sahibi yakasına sarıldı, sabredemedi, yüzüne de birkaç sille vurdu.
Çeke, çeke Davut Peygamberin yanına kadar götürdü. “ Gel bakalım zalim ahmak.
Saçma sapan lafları bırak azgın herif. Aklını başına al, kendine gel! Bu ne çeşit dua?
Âlemi bana da güldürme, kendini de maskara etme!” diyordu. Adam “ Ben Allah’a dua ettim, feryadı figan ederek nice kanlar yuttum. İyice biliyorum ki duam kabul edildi. Sen gayri ey kötü sözlü var, başını taşlara vur.”
Dediyse de adam “ Müslümanlar, Allah için olsun söyleyin. Dua nasıl olur da benim malımı ona mal eder? Eğer dua ile mal ele geçseydi bütün âlem dua eder. Mal mülk sahibi olurdu.
Dua ile ele bir şey geçseydi kör dilenciler de yücelirler, bey kesilirlerdi. Onlar da gece gündüz dua ediyorlar, yarabbi bize para ver, mal mülk ver diyorlar. Sen vermezsen kimsecikler bir şey vermez. Ey kapalı kapıları açan Allah, bize ihsan kapısını da sen aç derler fakat körlerin çalışıp çabalaması yalnız dua ve feryattır.
Bir dilim ekmekten başka ellerine bir şey geçmez” dedi. Halk, “ Bu Müslüman doğru söylüyor. Bu dua satan, zalim bir adam. Hiç dua, bir şeye sahip olmaya sebep midir?
Ya paranla alarak bir mala sahip olursun, ya birisi sana bir şey bağışlar yahut vasiyet eder yahut da gönlünden kopar, sana verir. Bu çeşit bir şey olmadıkça bir şeye sahip olamazsın ki.
Bu yeni şeriat hangi kitapta vardır. Sen ya o öküzü ver, ya hapse git” demekteydi. Adam, yüzünü göğe tutarak dedi ki: “ Yarabbi benim halimi senden başka kimsecikler bilmez, gönlüme o duayı sen ilham ettin, gönlümde yüzlerce ümit belirttin. Laf olsun diye dua etmedim ya. Yusuf gibi rüyalar görmüştüm”
Adam dedi ki: “ Yarabbi, bu suç yüzünden şu azgın adam, bana kör dedi. Bu ne iblisçe bir kıyas yarabbi? Ben ne vakit körcesine dua ettim. Allah’tan başka kime ihtiyacımı söyledim? Kör, bilgisizlikle halktan bir şeyler umar. Ben senden umuyorum. Her güç şey sana kolaydır.
Asıl kör kendisi ki beni kör saydı, canla başla niyaz ettiğimi görmedi bile! Benim bu körlüğüm, aşk körlüğüdür. Güzelim sevdiği şey insanı kör ve sağır yapar derler ya. Bu körlük, o körlüktür. Allah’tan başkasını görmüyorum fakat onu görmüyorum. Aşkımın muktezası da bu değil midir? Söyle.
Yarabbi, sen görmektesin, beni sen de kör sanma, senin lütfünün etrafında dönüp dolaşmaktayım, ey lütfunun etrafında dönüp dolaştığın, ey kendisinden ayrılmadığım Allah! Yusuf-ı Sıddıyk’a rüya gösterdin de, ona güvendi. Onun gibi lütfun bana da bir rüya gösterdi. O sonsuz dualarım oyuncak değildi ya!
Fakat halk, benim sırlarımı bilmiyor da sözlerimi saçma sanıyor. Hakları da var. Gayb sırrının, sırlarını adamakıllı bilen ve ayıpları tamamıyla örten Allah’tan başka kim bilebilir ki?” Düşmanı dedi ki. “ Amca, neye yüzünü göğe çeviriyorsun? Bana çevir de doğru söyle! Delirdin mi ki böyle hatalara düşüyor, aşktan Allah’a yakınlıktan dem vuruyorsun?
Sen gönlü ölmüş birisin. Hangi yüzle yüzünü göklere tutuyorsun?” Bu hadise yüzünden şehre bir velveledir düştü. O Müslüman’sa “ Yarabbi, bu kulunu rezil etme.
Kötülük yaptıysam bile sırrımı halka açma. Biliyorum, uzun gecelerde yüzlerce tazarrula sana niyaz edip durdum. Halka karşı bunun hiçbir kadri, hiçbir kıymeti yok, onlar bilmez bunu fakat senin yanında aydın bir mum gibi sana aşikâr” diye niyaz etmekte, yüzünü yerlere vurmaktaydı.
Davut Peygamber, evinden dışarı çıkınca “ Bu ne, ne var, ne oldu” dedi. Davacı dedi ki: “ Ey Allah’ın peygamberi, imdat et. Öküzüm, bu adamın evine girmiş. O da onu kesmiş. Neden benim öküzümü kesmiş sor da söylesin.” Davut, “ Ey kerem sahibi, neden sana haram olan o öküzü kestin? Yalnız saçma sapan söyleme, delil göster de bu dava görülsün, bitsin” dedi.
Adam dedi ki: “ Ey Davut, yedi yıldır gece gündüz dua etmekte, Allah’tan. Yarabbi, helal ve zahmetsiz bir rızk istiyorum, diye niyazda bulunmaktayım. Erkek kadın, herkes feryadımı bilir, hatta çocuklar bile bunu söyler, anlatırlar. Kime istersen sor, derhal söyleyiversin. Halktan hem gizli sor, hem de aşikare. Bak bu eski hırkalı yoksul neler söylüyor, nasıl dua ediyordu, anla. Bu dualardan, bu feryatlardan sonra bir de baktım ki evime bir öküz girivermiş. Gözüm karardı. Ama lokma için değil, duam kabul edildi diye sevindim hani. O ayıpları bilen Allah duamı kabul etti, buna şükür olsun diye, öküzü kestim”
Davut, “ Bu sözlerden el yıka, davana şer’i delil getir. Reva görür müsün delilsiz bir hüküm vereyim de bu şehirde batıl bir sünnet koyayım, kötü bir adet bırakayım, bunu sana kim bağışladı? Satın mı aldın, mirasa mı kondun? Ekine nasıl sahip olabilirsin, sen mi ektin? Ektinse senindir. Kazanmakta ekin ekmeye benzer. Ekmedikçe ona sahip olmaya hakkın yoktur. Ektinse ektiğini biçersin, o senindir. Yoksa zulmettiğin, haksız olduğun katiyetle anlaşılır. Yürü, eğri büğrü söylenme, bu Müslüman’ın malını ver. Paran yoksa borç al, ver beyhude konuşma!” dedi.
Adam, “ Padişahım, sitem karlar ne söylüyorlarsa sen de tıpkı onu söylüyorsun bana” deyip secde ederek dedi ki. “ Ey benim yanıp yakıldığımı gören Allah’ım, Davut’un gönlüne de o nuru ver. Gönlüme saldığın ziyayı onun gönlüne da Sal. Ey ihsan sahibi Rabbim.” Bu sözleri söyledikten sonra hayhayla ağlamaya başladı. Öyle bir ağlayış ağladı ki Davut’un gönlü yerinden oynadı.
“ Ey öküzü dava eden, bugün bana mühlet ver, bu davanın görülmesinde ısrar etme.
Halvete gidip namaz kılayım da bu ahvali, bir de sırları bilen Allah’tan sorayım. Namazda Rabbime bağlanırım, namaz gözümün nurudur” sırrı zuhur eder, bu benim huyumdur. Can pencerem zevk ve şevkle açıktır. Allah’ın lütfu oraya vasıtasız gelir. Arkasından birisi, “ Birliğinde hiç şüphem yok” diye Davut’un eteğini çekti. Davut, kendine geldi. Sözünü kısa kesti, dudağını yumdu, halvet edeceği yere hareket etti.
Davut, kapısını kapayıp acele halvet edeceği yere gitti, mihrabına, duanın kabul edildiği yere yöneldi. Allah, ona bu işin hakikatini bildirdi, ne gösterdiyse tamamıyla gösterdi. O da işi anladı, öç alınacak kimdir, kısasa layık adam hangisidir, bildi. Ertesi günü iki davacı ile Halk gelip Davut’un huzuruna dikildiler. Davacı yine aynı davayı tekrarladı, birçok ağır sözler söyledi.
Davut “ Sus, bu davayı bırak, öküzü bu Müslüman’a helal et de yürü git. Yiğit mademki Allah, senin sırrını açmadı, onun bu sır örtücülüğüne şükret de sükût et” dedi. Öküz sahibi “ Bu nasıl hüküm, bu ne biçim adalet? Benim için yeni bir şeriat mı kuracaksın. “ Ey ahali, gelin de görün zulmü!” diye bağırıyordu.
Davut, ondan sonra dedi ki. “ A inatçı, bütün malını mülkünü hemencecik ona bağışla, yoksa bak sana söylüyorum, işin fena olur, yaptığın zulüm ve cefa meydana çıkar.”
Adam, bu söz üzerine başına topraklar serpip elbisesini yırtarak “ Her an zulmünü artırıp durmaktasın” dedi. Yine bir müddet Davut’u kınamaya koyuldu, Davut, tekrar onu huzuruna çağırıp, dedi ki. “ Ey bahtı körleşmiş herif, mademki talihin yok gayri yavaş, yavaş karanlıklar basmaya başladı. Senin gibi bir eşeğe çerçöple saman bile yazık. Öyle olduğu halde sen yine başköşeyi gözetip duruyorsun ha! Yürü çocukların da onun kulu, kölesidir, karın da! Artık fazla söylenme!” davacı iki eline taş almış, göğsünü dövmekte, bilgisizliğinden, bir aşağı, bir yukarı, gidip gelmekteydi.
Halk da Davut’u kınamaya başladı. Davacının gönlünde ne var, bilmiyorlardı ki.
Davut’a yüz tutup “ Ey peygamber, ey bize şefkatli zat, bu sana yakışmaz çünkü apaçık bir zulüm bu. Bir suçsuzu, hiçbir kabahati yokken Allah niçin kahretsin” dediler.
Davut dedi ki: “ Dostlar, gayri o gizli şeyin meydana çıkması zamanı geldi. Hepiniz kalkın da şehirden dışarıya çıkalım, o gizli sırrı öğrenelim. Filan ovada büyük bir ağaç vardır, dalları gürdür, çoktur, birbirleriyle birleşmişlerdir. Kol budak salıvermiş, geniş bir yeri kaplanmıştır, kökü de yere yayılmıştır. İşte o ağacın kökünden bana kan kokusu geliyor. O güzel ağacın kökünde kan var. Bu kötü talihli herif, onun altında efendisi öldürmüştür. Allah’ın hilmi, bunu şimdiye kadar örttü. Fakat bu kaltaban, buna hiç şükretmedi. Efendisinin çoluğuna, çocuğuna ne nevruzlarda bir şey verdi, ne bayramlarda.
O yoksulların, o muhtaç biçarelerin hallerini, hatırlarını bir lokmayla olsun arayıp sormadı, eski hakları aklına bile getirmedi. Bu melun herif şimdi de bir öküz için onun oğlunu yere vuruyor. Günahının perdesini kendi kaldırıyor yoksa Allah, suçunu örtüyordu. Bu kötü zamanede kâfir olsun, fasık olsun herkes, kendi perdesini kendi yırtar. Zulüm, can sırları arasında gizli kalır fakat onu halkın önüne koyan zalimdir.
Halk şehirden çıkıp o ağaca doğru gidince Davut, “ Önce ellerini bağlayın şu zalimin de sonra suçunu meydana koyalım, adalet bayrağını ovaya dikelim” dedi. Sonra dedi ki: Ey köpek, sen bu adamın atasını öldürdün. Sen o zatın kölesiydin, bu yüzden onun kanına girdin. Efendisini öldürüp malını, mülkünü zapt ettin. Fakat Allah bunu meydana çıkardı.
Karın yok mu, onun cariyesiydi. Onunla birleştin de bu kötü işi yaptın. Ondan erkek, dişi ne doğduysa hepsine mirasçı bu adamdır. Çünkü sen bir kölesin, çalışıp çabalarsın, eline geçen onundur. Şeriat mı aradın, alsana mükemmel bir şeriat, hadi şimdi yürü bakalım!
Sen burada efendini zari, zari ağlatarak öldürdün, efendin sana burada, aman yapma, etme diyordu. Korkunç bir hayal gördün, korktun. Acelenden bıçağı da adamcağızın başıyla beraber toprağa gömdün. İşte başı da şuracıkta gömülü, bıçak da. Haydi, kazın şurasını!
Bu köpeğin adı da bıçakta yazılıdır. Bu zalim, efendisine işte böyle bir hilede, böyle bir zulümde bulundu.” Yeri kazdılar, bıçağı da bulup çıkardılar. Kesik başı da! Halka bir velveledir düştü. Hepsi de zünnarlarını kestiler. Ondan sonra öküzü kesene “ Gel buraya hak sahibi, bu yüzü karadan hakkını al” dedi. Aynı bıçakla o adamın da öldürülerek kısas edilmesini emretti.
Ne hile yaparsa yapsın, Allah bilgisinden kurtulabilir mi hiç? Allah’ın hilmi, müdarada bulunur. Bulunur ama adam, haddi aşınca iş değişir, meydana çıkar. Kan uyumaz, gönüllere onu araştırmak, müşkülünü halletmek merakı düşer.
O adamın gizli sırrı meydana çıkınca Davut’un mucizesi halka yayıldı; bu mucize bir dereceyken halk tarafından adeta iki derece meşhur oldu.
KARANLIKTAKİ FİL VEHİMLE HASTA EDİLEN HOCA