GERÇEK AŞK
Ey dostlar! Bu hikayeyi dinleyiniz. Hakikatte o bizim bu günkü halimizdir Bundan evvelki bir zamanda bir padişah vardı. O hem dünya, hem din saltanatına malikti. Padişah, bir gün hususi adamları ile av için hayvana binmiş, giderken ana caddede bir halayık gördü. O halayığın kölesi oldu. Can kuşu kafeste çırpınmaya başladı. Mal verdi o halayığı satın aldı. Onu alıp arzusuna nail oldu. Fakat kazara o halayık hastalandı.
Padişah sağdan, soldan hekimler topladı. Dedi ki: “İkimizin hayatı da sizin elinizdedir. Benim hayatım bir şey değil, asıl canımın canı odur. Ben dertliyim, hastayım, dermanım o.Kim benim canıma derman ederse benim hazinemi, incimi ve mercanımı ( atiye ve ihsanımı) o aldı (demektir)”.
Hepsi birden dediler ki: “Canımız feda edelim. Beraberce düşünüp beraberce tedavi edelim. Bizim her birimiz bir âlem Mesih’idir, elimizde her hastalığa bir ilaç vardır.”
Kibirlerinden Allah isterse (inşaallah ) demediler. Allah da onlara insanların acizliğini gösterdi, İlaç ve tedavi nevinden her ne yapıldı ise hastalık arttı maksat da hâsıl olmadı. O halayıkcağız, hastalıktan kıl gibi olunca padişahın kanlı gözyaşı ırmağa döndü.
Padişah, hekimlerin aciz kaldıklarını görünce yalınayak mescide koştu. Mescide gidip mihrap tarafına yöneldi. Secde yeri gözyaşından sırsıklam oldu. Yokluk istiğrakından kendisine gelince ağzını açtı, hoş bir tarzda medhü senaya başladı:
Padişah, ta can evinden coşunca bağışlama denizi de coşmaya başladı. Ağlama esnasında uykuya daldı.
Rüyasında bir pir göründü. Dedi ki: “Ey padişah, müjde; dileklerin kabul oldu. Yarın bir yabancı gelirse o, bizdendir. O gelen hazık hekimdir. Onu doğru bil çünkü o emin ve gerçek erenlerdendir. İlacında kati sihri gör, mizacında da Hak kudretini müşahede et.”
Vade zamanı gelip gündüz olunca… Güneş doğudan görünüp yıldızları yakınca: Rüyada kendine gösterdikleri zatı görmek için pencerede bekliyordu. Bir de gördü ki, faziletli, fevkalade hünerli, bilgili bir kimse, gölge ortasında bir güneş; Uzaktan hilal gibi erişmekte, yok olduğu halde hayal şeklinde var gibi görünmekte.
Padişahın rüyada gördüğü hayal de o misafir pirin çehresinde görünüp duruyordu. Padişah bizzat mabeyincilerin yerine koştu, o gaipten gelen konuğun huzuruna vardı. Her ikisi de aşinalık (yüzgeçlik) öğrenmiş bir tek denizdi, her ikisi de dikilmeksizin birbirine dikilmiş, bağlanmışlardı.
…”O ağırlama, o hal hatır sorma meclisi geçince o zatın elini tutup hareme götürdü.
Padişah, hastayı ve hastalığını anlatıp sonra onu hastanın yanına götürdü. Hekim, hastanın yüzünü görüp, nabzını sayıp, idrarını muayene etti. Hastalığının arazını ve sebeplerini de dinledi.
Dedi ki: “Öbür hekimlerin çeşitli tedavileri, tamir değil; büsbütün harap etmişler.
Onlar, iç ahvalinden haberdar değildirler. Körlüklerinden hepsinin aklı dışarıda.”
Hekim, hastalığı gördü, gizli şey ona açıldı. Fakat onu gizledi ve sultana söylemedi.
Hastalığı safra ve sevdadan değildi.
İnlemesinden gördü ki, o gönül hastasıdır. Vücudu afiyettedir ama o, gönüle tutulmuştur. Âşıklık gönül iniltisinden belli olur, hiçbir hastalık gönül hastalığı gibi değildir. Aşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdır.
(Hekim) dedi ki: “Ey padişah, evi halvet et, yakını da uzaklaştır. Köşeden, bucaktan kimse kulak vermesinde ben bu cariyecikten bir şeyler sorayım.”
Oda boşaltıldı, Hekim ile hastadan başka kimsecikler kalmadı. Hekim tatlılıkla yumuşak yumuşak dedi ki: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilacı başka başkadır. O memlekette akrabandan kimler var? Kime yakınsınız; neye bağlısınız? Elini kızın nabzına koyup birer birer felekten çektiği cevir ve meşakkati soruyordu.
Halayığın her tarafına elini koyup muayene ediyordu. Halayıktan hikâye yolu ile dostların ahvalini sormakta idi. Kız, bütün sırlarını hekime açıkça söylemekte, kendi durağından, efendilerinden, şehrinden ve şehrinin dışından bahsetmekteydi.
Hekim kızın anlatmasına kulak vermekte, nabzına ve nabzının atmasına dikkat etmekte idi. Nabzı kimin adı anılınca atarsa cihanda gönlünün istediği odur(diyordu). Memleketinde ki dostlarını saydı, döktü. Ondan sonra diğer bir memleketi andı.
“Memleketinden çıkınca en evvel hangi memlekette bulundun?”dedi.
Kız bir şehrin adını söyleyip geçti. Fakat yüzünün rengi nabzının atması başkalaşmadı. Efendileri ve şehirleri birer birer saydı; o yerleri, yurtları, oralarda geçirdiği zamanları, tuz, ekmek yediği kişileri tekrar tekrar söyledi. Şehir şehir, ev ev saydı döktü, kızın ne damarı oynadı, ne çehresi sarardı. Hekim şeker gibi Semerkand şehrini soruncaya kadar kızın nabzı tabii haldeydi fazla atmıyordu. Semerkand’ı sorunca nabzı attı, çehresi kızardı, sarardı. Çünkü o, Semerkad’lı bir kuyumcudan ayrılmıştı. O hekim, hastadan bu sırrı elde edip o dert ve belanın aslına erişince:”Onun semti hangi mahallede?” diye sordu. Kız, “Köprübaşında, Gatfer mahallesinde” dedi. Hekim, “Hastalığının ne olduğunu hemen anladım.
Ondan sonra hekim, kalkıp padişahın huzuruna gitti. Padişahı bu meseleden birazcık haberdar etti. Dedi ki: “Çare şundan ibaret: bu derdin iyileşmesi için o adamı getirelim. Kuyumcuyu o uzak şehirden çağır, onu altınla, elbise ile aldat.” Padişah, hekimden bu sözü duyunca nasihatini, candan gönülden kabul etti. O tarafa ehliyetli, kifayetli, adil bir iki kişiyi elçi olarak gönderdi.
O iki bey, kuyumcuya padişahtan muştucu olarak Semerkand’e kadar geldiler. Dediler ki: “Ey lütuf sahibi üstat, ey marifette kâmil kişi! Öğülmen şehirlere yayılmıştır. İşte filan padişah, kuyumcubaşılık için seni seçti. Zira (bu işte) pek büyüksün, pek kâmilsin. Şimdilik şu elbiseyi, altın ve gümüşü al da gelince de padişahın havassından ve nedimlerinden olursun.”
Adam çok malı, çok parayı görünce gururlandı, şehirden çoluk çocuktan ayrıldı. Adam neşeli bir halde yola düştü. Haberi yoktu ki padişah canına kastetmişti. Arap atına binip sevinçle koşturdu, kendi kanının diyetini elbise sandı.
O garip kişi yoldan gelince, hekim onu padişahın huzuruna götürdü; Güzellik mumunun başı ucunda yakılması için onu, padişahın yanına izzet ve ikramla iletti.
Padişah onu görünce pek ağırladı, altın hazinesini ona teslim etti. Sonra hekim dedi ki: “Ey büyük sultan o cariyeciği bu tacire ver ki visali ile iyileşsin, visalinin suyu o ateşi gidersin.”
Padişah, o ay yüzlüyü kuyumcuya bahşetti, o iki sohbet müştakını birbirine çift etti. Altı ay kadar murat alıp murat verdiler. Bu suretle o kız da tamamen iyileşti. Ondan sonra hekim, kuyumcuya bir şerbet yaptı, kuyumcu içti, kızın karşısın da erimeye başladı. Hastalık yüzünden kuyumcunun güzelliği kalmayınca kızın canı, onun derdinden azat oldu, ondan vazgeçti. Kuyumcu, çirkinleşip hastalanınca kızın gönlüde yavaş yavaş ondan soğudu. Kuyumcunun gözünden ırmak gibi kanlar aktı, yüzü canına düşman kesildi.
Bu cihan dağdır, bizim yaptıklarımız ses. Seslerin aksi yine bizim semtimize gelir” dedi. Kuyumcu bu sözleri söyledi ve hemen toprak altına gitti.
O cariyecik de aşktan ve hastalıktan arındı, tertemiz oldu çünkü ölülerin aşkı ebedi değildir.
ŞEYTANIN İŞLERİ AZRAİLİN TUHAFINA GİDEN ŞEY!