AMERİKA SEYAHATİM 10-17 ŞUBAT 1997
10 Şubat 1997 İSTANBUL-NEW YORK-NORWALK Pazartesi
06 Ocak 1997 Tarihinde Teknik Müdür Yardımcısı olarak göreve başladığım Etken Güvenlik Ltd. Şti. de alınan bir projenin bir parçası olan turnikeli, Kartlı Giriş Sisteminin eğitimi için A.B.D. ne gitmek üzere havaalanına geldim.
Gençlik günlerimde, Denizaltı Gemilerinde görevliyken gemi almaya giden büyüklerimizden o kadar çok burada geçen maceralarını dinlemiştik ki görmeyi arzu eder haldeydik ama kısmet olmamıştı. Çok büyük isteğimin yıllar sonra yerine geleceği ve 12 sene önce senelik iznini bu ülkede geçirmeye gelip bir daha dönmeyen can arkadaşım Mahmut Tandoğan’ı da görebileceğim için çok sevinçliydim ve içim içime sığmıyordu. Bir hafta önce diğer arkadaşımız Atıf’tan telefon numarasını alarak kendisini aramış ve geleceğim gün ile saati bildirmiştim. Onun da beni aynı heyecanla beklediğini biliyordum
Check In yaptırıp valizimi verdikten sonra beni yolcu etmeye gelen eşim ve arkadaşım Mahmut ile kahve içip sohbete dalmışken yolcular için anons yapıldı. Kendileriyle vedalaşıp pasaport kontrolüne oradan da Dış Hatlar Yolcu Salonuna geçtim. 10:20 de uçağa bindik ve 11:05 de Kaptan Pilotumuzun yaklaşık 11 saat sürecek olan yolculuğumuzun iyi geçmesi dileğini anons etmesiyle yolculuğumuz başlamış oldu.
İstanbul üzerinde geniş bir yay çizdikten sonra Karadeniz’in kuzeyine doğru ilerledik. Hava güneşli ve açık olduğundan manzara mükemmel görünebiliyordu. Koltuk seçimimi pencere kenarından yapmış olduğum için şanslı bir o kadar da heyecanlıyım, ilk defa Amerika’ya gidiyor ve çok uzun sürecek bir uçak seyahati yapacağım.
Karadeniz’in ortalarına geldikten sonra batıya döndük. Romanya, Macaristan ve Almanya’dan sonra İngiltere üzerinden geçtik. Hem uçaktaki simülatörden uçağın rotasını takip ediyor hem de pencereden geçtiğimiz yerleri gözlemliyordum. Batıya, İzlanda’nın güneyine doğru yolumuza devam ediyoruz.
Uçağın pencereleri kapandı ve Independence Day filmi başladı, bitince pencereler açıldı ve Kaptan Pilot, sağ tarafımızda Grönland’ın eşsiz manzarasını görebileceğimizi anons etti. Gerçekten de mükemmel bir manzarayla karşılaştık. Bembeyaz dev gibi bir kara parçası, üzerinde irili ufaklı nehirler ve hepsi de buz tutmuş hatta denizin içlerine doğru da buzlu kısım devam ediyor. Doğusunda çok küçük bir yerleşim alanı, kışın ortasında havanın güneşli ve açık olması ise hepimiz için büyük bir şanstı. Yaklaşık yarım saat süren bu doyumsuz manzara karşısında büyülenmemek imkânsızdı ve bitmesini istemiyorduk.
Batıya doğru olan yolculuğumuzun sonuna geldik ve uçağımızın rotası güneye çevrilerek Kuzey Amerika’nın en kuzeyinden güneyine doğru ilerliyoruz.
Kanada kıyılarından geçiyoruz ve karlı manzaranın devam ettiğini, şehirlerin ise kısmen belirgin olduğunu görüyoruz. Güneye indikçe kar örtüsü azalıyor. Nihayet, A.B.D. kıyılarına geliyoruz devasa ülkenin Kuzey Doğusundaki, Avrupalı göçmenlerin karaya bastıkları ilk yerleşim yeri olan Boston şehrinin üzerindeyiz. Yolumuza devam ettikçe kar görüntüsü daha da azalıyor yalnız yüksek tepelerde görülebiliyor.
A.B.D. doğu kıyıları boyunca yolumuza devam ediyoruz. Şehirleri ve hareket eden arabaları, denizde ilerleyen tekneleri seçebiliyoruz çünkü iniş için alçalmaya başladığımız anons edildi.
New York üzerine geldiğimizde heyecanım doruktaydı, uçağımız şehrin üzerinde bir tur atınca pilotun bize torpil yaptığı kanaatine vardım. Filmlerde gördüğümüz, Dünyanın en görkemli ve görülmeye değer şehrinin üzerindeydik. Hürriyet heykeli ve üzerinde bulunduğu Liberty (Özgürlük) adası, Dünya Ticaret Merkezinin ikiz kuleleri, Manhattan’daki gökdelenler net bir şekilde görülüyordu. Bu doyumsuz manzaradan sonra John Fitzgerald Kennedy (J.F.K.) Havaalanına iniş için kemerlerimizi bağladık, iniş tamamlanıp uçağın tekerlekleri piste değince uzun süren yolculuğun bittiğini ve uçuş ekibine olan teşekkürü belirten sevinç alkışı koptu.
Uçaktan inerken Kaptan Pilot ve uçuş ekibine teşekkür ederek pasaport kontrol noktasına doğru ilerledim. Yeşil çizgili kruvaze takım elbise, gömlek, kravat, yarım çizme ve yakası kürklü bir paltolu olarak uçaktaki en şık kişi bendim. Yeşil Pasaportumda olduğundan bir sorunla karşılaşmadan geçeceğimi sanıyordum. Valizimi alarak sıraya girdim neredeyse kimsenin valizini açmadan geçmelerine izin verdiler. Pasaport Polisinin olduğu kabinin önünde yaklaşık 1 metre mesafede kalın bir kırmızıçizgi var. Öndeki kişi oraya kadar gelip polisin çağırmasını bekliyor. Yavaş yavaş ilerliyoruz, aklımdan bizde olsa bankoya kadar gidilip birde kolunu koyarak el kol hareketleriyle konuşulur, şunlarda ki kibire bak insanlara nasıl muamele ediyorlar diye düşünürken oturmasına rağmen çok iri olduğu belli olan zenci polis işaret parmağıyla gel anlamında bir hareket yaptı. Kırmızıçizgiyi geçerek pasaportumu uzattım, diğer elimde ise valizimi taşıyordum. Kabinin yanındaki büyükçe bir sehpa ebadındaki masanın üzerini işaret ederek emreder gibi valizimi açmamı söyledi. Pasaport Polislerinin yetkilerinin çok yüksek olduğu konusunda uyarıldığımdan ben yeşil pasaport sahibiyim arayamazsınız diyemedim. Şüphelenmesi halinde dahi karşısındaki şahsı ülkeye sokmayabilir, tatmin edici cevaplar alamayınca da aynı yöntemi uygulayabilirlerdi. Adamın yanında babasın yanındaki çocuk gibiydim. Polis kıyafetli, 2 metrenin üzerinde ve obez sayılabilecek şişmanlıkta dev gibi bir adam ve omuzlarına dahi gelemeyen ben valizimi açarak geri çekildim. Detaylı bir arama yaptı. Özenle yerleştirdiğim valizimdeki eşyalarımı alt üst etti, sakin ve rahatça izledim şahsi eşyalarımdan başka bir şey yoktu. İşi bitince bana döndü, niçin geldiğimi? Ne kadar kalacağımı? Nerede kalacağımı? Gibi bir dizi sorular sordu ve cevaplarını aldı. Valizimi toplayıp tekrar kabinin önüne gelmemi istedi. Son birkaç sorudan sonra geçiş damgasını bastı. İçimdeki coşkuyu hissettirmeden sessiz narayı bastım “ İşte! Gençlik günlerimin hayallerini süsleyen muhteşem ülkeye, Amerika’ya ayak basıyorum”
Çıkış kapısının önündeki kalabalığa göz gezdirince elinde “Mr. Kaptan” yazan pankartı görünmesi için kaldırıp sallayan, top sakallı, şapkalı bir adamı fark ettim. Beni fark etmesi için durup ona el salladım ve yaklaştım. “ Ülkemize hoş geldiniz Mr. Kaptan. Adım Cassdy, sizi otelinize götüreceğim. Lütfen beni takip ediniz.” Diyerek valizimi aldı. Otoparka gelip beyaz bir limuzinin sağ arka kapısını açarak binmemi sağladı, valizimi de bagaja yerleştirip şoför koltuğuna geçti. Kemerini takarken “ Mr. Kaptan yaklaşık 1,5 saat sürecek olan yolculuğumuz için size iyi seyahatler dilerim.” Diyerek hareket arabayı hareket ettirdi. 11 saat 5 dakika süren uçak yolculuğumuzdan sonra bu konfor iyi geldi. New York’un içinden geçerek otobana çıktık. Kuzeye doğru muazzam bir yolda hiç sarsılmadan ortalama bir süratle yolumuza devam ettik ve belirtilen sürede “ Norwalk” a vardık.
Norwalk Inn otelinin bahçesinde valizimi buradaki görevli teslim alıp resepsiyona doğru ilerlerken hoş geldiniz deyip nereden geldiğimi sordu. İstanbul’dan geldiğimi söyleyince “Ooo, Constantin” Dedi. Ben bozulduğumu belli edip “ Hayır, Constantin değil. İstanbul” Diyerek ısrarımı sürdürdüm. Türk olduğumu söyleyince kendisinin ve otelin sahiplerinin de Rum olduğunu belirtti ama hiç de düşmanca bir tavrı yoktu aksine çok daha cana yakındı. Resepsiyona gelince oradaki bayanı tanıştırdılar. İsminin Müge BAY olduğunu öğrenince çok memnun oldum. Sevimli ve candan bir bayan 3 yıldır burada çalışıyormuş. Eşi de Bilgisayar Mühendisiymiş, beni odama götürerek evimize telefon etmemi sağladı, evinin telefon numarası da vererek bir ihtiyacım olduğunda çekinmeden arayabileceğimi belirtti. Orada kaldığım süre içinde de çok yardımcı oldu.
Saat farkından dolayı sabah 11 de kalkan uçağımız öğleden sonra 15:00 de J.F.K. hava alanına indi. Otele gelip odama yerleşmem ile saat 18:00 olmuştu. Öyle bir yorulmuştum ki valizimi dahi açmadan kıyafetlerimle yatağıma uzanmam ve uyumam bir oldu. Uyandığımda saatin 23:00 olduğunu gördüm, 5 saat uyumuşum. Akşam yemeği yemediğim için midem kıyılmaya başlamıştı, Aperatif bir şeyler isteyerek geçiştirdim.
Zamansız uyuyarak geldiğimi haber vermem gereken çok değer verdiğim arkadaşımı arayamamıştım. Mahmut Tandoğan, görev yaptığımız, Dumlupınar Denizaltı Gemisinde beraber kaza geçirdiğimiz, ailece görüştüğümüz, bekâr hayatımızın büyük bölümünü Atıf Küçükberber, Mahmut ve ben 3 kafadar olarak geçirdiğimiz benim can arkadaşlarımdan biridir. Mahmut 1985 senesinde askeriyedeyken senelik iznini daha önce gemi getirmek için geldiği Amerika’da geçirmek için buraya geldi ve geriye dönmedi. Uzun yıllar Türkiye’ye gelemedi. 5 yıl kaldıktan sonra Amerikan vatandaşı olarak Green Card sahibi oldu ancak ondan sonra geldi ama biz hiç görüşemedik. Ben gelmeden 1 hafta önce Atıf’tan telefon numarasını alarak kendisi aradım ve 1 hafta sonra geleceğimi, bulunacağım yerin de kendisine 130 km mesafede olduğunu söyledim. Bunları duyunca çok sevindi hatta beni havaalanında karşılayabileceğini bildirdi ama ben istemedim. Nasıl olsa beni alıp otelime getireceklerdi boşuna masraf ve zaman kaybı yaşamamasını istedim. Gelince haber vermemi ve hemen geleceğini bildirdi. İşte bunlardan sonra yorgunluk galip geldi ve zamanında arayamadım saat de çok geç oldu.
Mahmut’u aradım, çok memnun oldu erken aramadığım için de sitemleri yağdırdı, ben de mazeretimi belirterek yarın gelmesini söyledim. Kaldığım otele 1,5 saatlik mesafede New London’da yaşıyor. Ertesi gün görüşmek üzere ayrıldık.
11 ŞUBAT 1997 NORWALK Salı
Sabah saat 08:00 da Mr. Harold FOODMAN beni arayarak 09:00 da alacağını bildirdi. Duş alıp kahvaltıya indim. Güzel bir kahvaltı yaptım. Servis yapan bayan dikkatimi çekti oldukça yaşlı olduğunu tahmin ettiğim, uzun boylu zayıf sayılabilecek, güzel yüzlü ve tebessümünü eksik etmeyen her kahvaltıya geleni karşılayıp melodili bir ses tonuyla “ Good morniiing” diyerek masasına kadar refakat eden nazik bir kadın kendisiyle kısa bir sohbetimiz oldu. 78 yaşında, eşini kaybetmiş yalnız yaşıyor ve her ihtiyacını kendisi karşılıyormuş. Herkesin siparişini yetiştiriyor aksaklığa meydan vermiyordu. Ödemeler peşin yapılıyor, para üstünü beline takmış olduğu kemerli para çantasından veriyordu. Bembeyaz, pamuk gibi saçları ona ayrı bir özellik ve asalet katıyordu. Bizdeki bu yaşlarda olan kadınları düşündüm de çoğunun yerinden dahi kalkamayacak durumda olması ve çoluk çocuklarına yük olmaları ne kadar acı bir durum. Kaldığım müddet içerisinde bu saygıdeğer kadını ilgi ve hayretle izledim ve hep aynı çizgide olduğunu gördüm.
Mr. Harold tam vaktinde geldi. 55 yaşlarında, orta boylu, zayıf, hafif kırışmış bir yüzü olmasına rağmen hiç beyazlamamış saçları olan, güleç yüzlü, kadife pantolon, kazak ve mont giyimli, sıradan bir adam, koca bir şirketin sahibi değil de orada çalışan bir teknisyeni andırıyordu. Daha sonraki günlerdeki tüm davranışlarında da aynı sadelik ve tevazuu gözlemleyerek takdirimi kazandı çünkü bizde ki patron imajıyla tam zıt bir görüntü çiziyordu.
Otelden firmaya 10 dakikalık bir yolculuktan sonra ulaşıyoruz. Harold’un arabası orta halli bir çalışanın sahip olacağı türden, beyaz bir Chevrolet sedan, herhalde 8-10 yaşında olmalı diye tahmin ediyorum. DSC Firmasının binasın otoparkına girdiğimizde zorlukla bir park yeri buluyoruz. Patron için en güzel yerin ayrılmamış olmasına hayret ediyorum, neredeyse park yeri bulamayıp caddeye park edecektik. Böyle patron ve çalışanlarının olduğu bir ortamda nasıl çalışılır, imrenilecek bir durum!
Bina 3 katlı, orta büyüklükte, asansörsüz. 3. Kat komple DSC Firmasına ait. Bölümleri dolaştıkça Harold selam veriyor insanlar işlerine devam ederek selamını alıyor, kimse yerinden kalkıp da patrona saygı gösterisinde bulunmuyor. Kahvelerimizi içtikten sonra toplantı odasına geçtik. Şirkette gördüğüm kadarıyla aktif olarak 8 kişi çalışıyor. Büyükçe çikolatalı, kremalı bir pasta kesilip kahvelerle birlikte dağıtıldı ve beni çalışanlarla tanıştırdı. Mekanikte Mr Malcolm, Softwarede Mr. Bilal Ahmed (Bangladeşli, yalnız kaldığımız bir zamanda Müslüman mısın? Diye sordu, evet deyince memnun oldu ve bana karşı daha çok ilgi gösterdi), Mrs. Smith Satış-pazarlama, Mr. Wels elektronik aksam, Mr. Jason montaj ve sevkiyat, Mrs. Sullivan proje geliştirme olarak görev yapıyorlar. Siparişimiz olan düşer kollu turnike ve sistemi için eğitim almaya geldiğimi ve herkesin bana yardımcı olması için ricada bulundu. İnsanların yüzlerinden mutluluklarını okumak hiç de zor değildi. Harold, işlerin yönetimini oğlu Bruce FOODMAN’a bıraktığını ama kendisinin de işleri takip ettiğini ve tecrübelerinden yararlandırdığını aktardı. Oğlu, 26-27 yaşlarında, hafif sakallı, o da babası gibi orta boylu, zayıf ve kumral, deli, dolu bir genç. Her baba gibi Harold’da oğlunun bazı huylarını beğenmiyor, herhalde bu yüzden yönetimi tam olarak ona bırakmayıp işlerin takibini ve denetimini yapıyor olmalı, biraz da haklılık payı olduğunu görüyorum.
Bana çalışabilmem için büyükçe bir oda tahsis ettiler. Telefon, fax ve diğer kırtasiye ihtiyaçlarımı da görerek eğitime başladık. Mr. Harold bizzat ilgilenip sistem ve ekipmanlar ile ilgili bilgileri vermeye başladı.
Öğle olunca beni yemeğe götürdü. Yakın bir yerdeki güzel ve insanın içini açacak derecede muazzam dekore edilmiş bir restauranta girdik Masalarda canlı çiçekler, desenli masa örtüleriyle bir bütünlük sağlanmıştı. İçerisi güneş ışığından fazlasıyla yararlandırılmış olduğundan doğal bir ışıklandırma yaratılmıştı. İçeriye çok güzel bir yasemin kokusu hâkim olmuş ve hafif bir müzikle de bu ambiyans desteklenmişti. Mekân, daha içeriye girer girmez insanı etkisi altına alıyordu. Harold daha önce rezervasyon yaptığı için bizi karşılayan şef garson, kendisine ismiyle hitap edip hoş geldiniz dedikten sonra takip etmemizi istedi. Restaurantın içerisinden geçerek ileride, orta bölümün pencere kenarındaki masaya oturmamızı sağladı. İçerisinin kalabalık ve çok az masanın boş olması buranın o civarın çok tercih edilen bir yer olduğunu gösteriyordu. Buraya gelipte bana nereye oturmak istersin diye sorsalar ben de bu masayı tercih ederim çünkü tam ortada olduğumuzdan her yeri rahatça izleyebiliyor, pencereye döndüğümde ise dışarıda bulunan caddelerdeki çeşit çeşit araçların ve insanların hareketlerini görebiliyordum. Önümüzdeki uzun caddenin sonundaki dağlar ve tepelerindeki bembeyaz kar örtüsü adeta bir ressamın tuvalinden çıkmış tablo gibiydi. Caddelerin iki kenarı sık sık ve yaprak dökmeyen ağaçlarla bezenmişti. İlerideki devasa parkın ortasında da büyükçe bir havuz, etrafında yem yeşil çimenler ve çiçeklerle çevrelenmiş doyumsuz bir manzaraya dalmışken Harold’un, yemek tercihimin ne olduğunu sormasıyla kendime geldim. Sabah iyi bir kahvaltı yaptığımdan kendimi fazla aç hissetmiyordum bu yüzden iyi pişmiş sığır bifteği söyledim. O da kendi yiyeceğini söyleyip bir de ortaya salata istedi.
Yemeklerimizden önce koca bir tabak karışık salata ve patates kızartması geldi. Onların âdeti böyle olduğundan önce salatayı yemeğe başladı. Bana da yememi söyleyince pek istemesem de yemeğe başladım. O iştahla yiyor ben de kıyısından köşesinden yemeğe çalışıyordum. Böyle olmasına rağmen doydum keşke yemek gelmese diye düşünmeye başlamıştım ki koca bir tabakla garson karşıdan geliyordu. Korktuğum başıma geldi. Büyük tabağın ortasında yuvarlak kesilmiş tahminen 25 cm çapında, 2 parmak kalınlığında, dumanı tüten, nar gibi kızarmış bir biftek, yanında da bir sürü garnitür (neredeyse bir kişiyi doyurur). Önüme nezaketle konulan bu tabağın benim için bir Çin işkencesi olacağını tahmin etmeye başladım. Ayıp olmasın diye köşesinden bir parça keserek ağzıma attım. Gerçekten çok nefis, pamuk gibi ama ben hiç aç değilim ki. Ne yapabilirim de bu işkenceden kendimi kurtarabilirim, Allah’ım bana yardım et. Bir yerlerde insanlar açlıktan ölürken ben tam tersi bir durumdayım. Olacak gibi değil, lokmalar ağzımda büyüyor, çiğneyemiyorum, vücudum isyan etmek üzere, devam edersem eminim mide fesadına uğrayabilirim. Bifteğin 10 da birini yiyememiştim ki onun da bifteğinin yarısını yiyemeyerek geri çekildiğini gördüm ve rahatladım. Harold’unda yiyememesi beni kurtardı. “ Kusuruma bakmayın, benden bu kadar.” Diyebildim. Çok nazik ve anlayışlı bir adam, önemli olmadığını söyledi ve kahvelerimizi içtikten sonra Şirkete geri döndük.
İlk gün olmasının özelliğinden dolayı lisan konusunda tam anlaşamıyorduk. Ben “ Özür dilerim. Herhalde iyi konuşamadığımdan tam anlaşamıyoruz.” Dedim. Harold “ Asıl ben özür dilerim. Siz kendi dilinizi çok iyi konuşup bir de benim dilimi konuşuyorsunuz ama ben sizin dilinizi hiç konuşamıyorum. Amerika o kadar büyük bir ülke ki, buradan başka bir eyalete gidiyorum, orası da Amerika olmasına ve aynı dili konuşmamıza rağmen bazen zor anlaşıyoruz.” Diyerek beni teselli ediyor. Bizde ki gibi diye düşünüyorum. Nasıl bir Doğu Karadeniz veya Doğu Anadolu’daki bir vatandaşımız ile biz de bazen zor anlaşabiliyorsak burasının da aynı olduğunu görüyorum. Göstermiş olduğu bu incelik, anlayış ve tevazuu için kendisine teşekkür ediyorum.
Saat 17:00 da ertesi gün yine aynı saatte almak üzere Harold beni otelime bıraktı. Benim için önemli bir an başlayacağı için çok heyecanlıydım. Mahmut ile 12 yıl sonra ilk defa karşılaşacaktık. Onunla geçen eski günlerimiz hızla gözlerimin önünden geçti. Mahmut benden 2 yaş küçük ve 2 sene kıdemsiz olduğundan saygı ve sevgisini her zaman korumuştur. Dumlupınar’da geçirmiş olduğumuz kazada Atıf ile o diğer dairelerde olduklarından ıslanmadan gemiden çıkıp bize çarpan Rus Şilebi tarafından kurtarılmışlar. Ben dâhil 13 kişinin ise geminin içerisinde su dolu dairede mahsur kalıp akıbetimizi bilmeden orada ağlaşırlarmış. Bana kazadan çok sonra bir gün Mahmut “ Biz Rus Şilebindeyken senin ölmüş olabileceğini düşünüp birbirimize sarılıp ağlardık çünkü uykuyu sevdiğin ve en uç tarafta ve 3lü ranzanın en altında yatıyordun. Oradan çıkamamış ve ölmüştür diye düşünüp düşünüp ağlardık. Kaza sabah 05:00 da olmuştu. Sizin sağ olarak kurtarıldığınızı öğlene doğru öğrendiğimizde çocuklar gibi sevindik ve diğer arkadaşlarımızla birlikte sevinçten birbirimize sarılıp bu sefer sevinçten ağlamaya başladık. Bizi gören Ruslar bizim bu hallerimize tuhaf tuhaf bakıp bu Türkler nasıl insanlar ki gemilerine çarptık, bir üzülüp bir seviniyorlar demişlerdir.”
Annemin ameliyat zamanı Ankara’daki onların evinde kalmış ve çok güzel ağırlanmıştık, 3 Katlı binanın birinde Annesi, Babası ve Bekar olan Mahmut ve en küçükleri Sedat, alt katında Nevzat abisi ve ailesi, alt katta da Vedat abisi ve ailesi oturuyordu. Nevzat abisinin katındaki bir oda güvercinlere aitti. Bir apartman katının bir odasının bu şekilde kullanıldığını ilk defa gördüm. İçeride yüzlerce kuş oradan oraya uçuşuyordu. Her yer güvercin pisliği ve tüyleriyle dolu ve kötü bir koku içeriye hakimdi. Bu nasıl bir hobi ve nasıl bir yaşantıydı, anlamak mümkün değildi.
Geçmişe dair anılar süratle zihnimden geçerken saate baktığımda 17:30 olduğunu gördüm. 30 dakika su gibi geçmişti, kendime gelip kafamı kaldırdığımda Müge Hanımla göz göze geldik herhalde beni izliyordu “ Niyazi Bey öyle bir dalmışsınız ki size çay söylemiştim. Gelen çayı bile fark etmediniz, soğumuştur, yenisini getirteyim mi?” “ Teşekkür ederim, gerek yok. Heyecanım tavan yaptı, bir şey görecek durumda değilim.”
Otomatik kapı açıldığında ikimiz de o tarafa döndük. Mahmut içeri giriyordu. Müge Hanım bana bakışıyla o mu? Diye soran bir şekilde bakınca sevinçle başımı salladım ve ayağa kalkarak kapıya doğru hareket ettim Mahmut benden daha hızlı davranarak ortada buluşmamızı sağladı. Hasretle sarıldık. Ayaküstü hal hatır faslından sonra onu Müge Hanımla tanıştırdım. Müge Hanım “ Mahmut Bey Hoş geldiniz. Niyazi Bey heyecanla sizi bekliyordu sizden çok bahsettik. Kıymetini bilin, sizi bu kadar seven bir arkadaşınızın olması sizin için çok önemli olmalı.” Mahmut “ O benim için çok değerli ve bir arkadaştan da çok ileri. O benim can dostum, o kadar özlemişim ki 1 haftadır uyuyamıyorum. Aynı heyecan ben de fazlaydı. Dün gece bana mani olmasaydı gelecektim. Özellikle bu gün zor geçti.” “ Müge Hanım “ Ne mutlu size, böyle arkadaşlıkların kalmadığını sanıyordum. Sizleri görünce düşüncelerimi değiştirdim. Size çok teşekkür ederim bu ana şahit olduğum ve yok olmaya yüz tutan değerlerimizi yaşattığınız için sizlere ayrıca minnettarım ve yaşamım boyunca da sevdiklerime anlatacağım. Mahmut Bey yoldan geldiniz, Niyazi Beye de söylemiştim ama o da anılara dalarak fark etmediği için soğudu. Çay, kahve ne alırsınız?” Mahmut “ Teşekkürler Müge Hanım, hiçbir şey almayayım. Ben arkadaşımı alıp hemen çıkmak niyetindeyim.” Mahmut bana dönerek “ Hazırsan hemen çıkalım.” Deyince ben de hazır olduğumu, çıkabileceğimizi söyledim. Mahmut böyledir, sabırsız, cömert, sevgi dolu, bir an önce beni ağırlayabilmek için içi içine sığmıyor. Müge Hanıma iyi akşamlar dileyip çıktık.
Son derece lüks, büyükçe, tipik bir Amerikan arabasına binip yola çıkıtık. Norwalk, New York ile Mahmut’un yaşadığı New London şehirlerinin tam ortasında, ikisini de 130 km mesafede 30.000 kişinin yaşadığı küçük bir şehir. Onlar şehir diyorlar ama bizim memleketimizdeki küçük kasabalar gibi bir yer. Biz de 200.000 den fazla kişilerin yaşadığı birçok kasaba var (İnegöl, İskenderun, Akhisar). Biz kuzeye, New London’a doğru gidiyoruz. Yolda yılların hasretiyle koyu bir sohbete dalıyoruz. Her şeyini geride bırakıp buraya yerleşen ve uzun yıllar ülkemize gelemeyen Mahmut büyük bir açlıkla arayı kapatmak ve bir sürü şeyi öğrenmek için sorular soruyordu ve benim soracağım sorulara bir türlü sıra gelmiyordu. Yolların çok geniş ve pürüzsüz ve hız limitinin de 55 mil yaklaşık 100 km olduğunu görünce hayret ediyorum. Yolun kenarında yerleşim yerleri olmadığından ıssız olarak değerlendirilebilir, arabanın farlarının aydınlattığı otobanda araçlar hız limitini aşmadığı için de bizi geçen bir araba olmuyor. Adeta koca yolda sadece biz seyahat ediyormuşuz gibi bir durum var. Bu yollar biz de olsa arabası müsait olanların Allah ne verdiyse basarak son sürat gideceklerini düşünüyorum. İzmir yolunda, Balıkesir’i geçince kısa, düz ve geniş bir yol vardır. Herkes buraya gelince arabasını da denemek için gaza sonuna kadar basardı. Mahmut’a neden hızlı gitmediğini sorduğumda maddi cezaların çok yüksek ve ayrıca hapis cezası olduğu için kimsenin hız limitlerini aşmadığını söyledi. Arabası, izin verilse 150 mil yapabilecek kabiliyette fakat 55 milden fazla sürat yapamıyoruz, neden arabaları bu kadar sürat yapabilecek şekilde yapıp üzerine de çok geniş ve kaymak gibi yollar yapıyorsunuz, akıl sır ermiyor.
New London’a yakın mesafedeki adı MOHIKAN olan çok büyük bir kompleksin otoparkına girince Mahmut “ Dünyanın en büyük, kapalı eğlence merkezine hoş geldin” Dedi. Büyüklüğü anlatmakla anlaşılmaz içeride 20.000 kişinin çalıştığı düşünülünce bir fikir sahibi olunabilir. İçeriye girdiğimiz de her bölümün Kızılderili motifleriyle süslü olduğunu görünce ismiyle uygun olduğu ortaya çıkıyor. Çok geniş ve yüksek tavanlı bölümler bir birine bitişik yapılmış, birinden ötekine geçilebiliyor. Girdiğimiz bir bölümde yüzlerce, çeşitli boyutlar ve şekillerde kollu kumar makineleri ve hemen hemen hepsinin de dolu olduğunu görüp hayretimi gizleyemiyorum. Hepsini, insanların paralarını vantuzlayan birer canavar olarak hayal ediyorum. Fotoğraf makinemi yanıma almadığıma da çok pişman oluyorum. İçimden hırslı ve heyecanlı bir şekilde oynayanlara “ Enayiler, kazanacaklarını sanıp nasılda ciddiyetle oynuyorlar. Bu makineler kaybetmeye değil kazanmaya göre yapıldığını herhalde bilmiyorlar diye düşünerek içimden gülüyorum. Ben bunları düşünürken boşalan birinin önünde duruyoruz. Mahmut, cebinden bir 20 dolar çıkarıp, sanki tahmin edemeyecekmişim gibi “ Bak şimdi ne kadar sürecek.” Diyor ve oyuna başlayıp da bitmesi ve 20 doların yutulması 3 dakika sürüyor. Sonra da bana dönüp “ İşte bu makinelerin hepsi böyledir.” Diyerek büyük bir sırrı ortaya çıkarıyor.
Buradan yemek salonuna geçiyoruz. Çok büyük ve direksiz bir mekân, mükemmel dekore edilmiş. Girişte 22 dolarlık fiş alıp turnikeden geçiyorsunuz. İçeriye girince aklın alamayacağı kadar yemek, meyve, tatlı, kebap çeşitlerinden limitsiz yiyebildiğiniz kadar alabiliyorsunuz. Öğle üzeri yaşadığım yemek işkencesinin üzerine durumum farklı değildi. Hiç acıkmamış hatta yiyeceklere de pek hoş görüyle bakamıyordum. Mahmut da beni memnun edebilmek için ne yapacağını bilemiyordu. Kendisi benim önümde, elindeki tepsiyi doldurma gayretindeyken bir yandan da bana “ Ücretini peşin ödedik, ne istersen alabilirsin” Diyerek misafirperverliğini göstermeye çalışıyordu ama benim yaşadığım travmayı bilmediğinden kendi açlığını benimle özdeşleştiriyordu. Ben ise hiçbir şey yemek istemiyordum ama onun kırılmaması içinde az miktarda yiyecek almış olarak ardından devam ediyordum. Mahmut arada bir arkasına bakarak daha fazla bir şeyler almam için beni uyarıyordu. Keşke bana karışmasa da istediğim kadar alıp eziyetten kurtulsam diye düşünüyorum ama ne mümkün, Mahmut ödenen paranın hakkını vermekten yana olduğundan devamlı bana ısrar etmekte ağırlama konusunda sınıfta kalacağının endişesini taşımaktaydı. Masamıza oturduğumuzda çok az yemek aldığımı görünce hayret etti ve bifteklerimizi söylediğini biz bunları yiyene kadar onların da geleceğini söyleyince içimden bir feryat koptu “ Eyvah, ben şimdi ne yapacağım” Diye düşünürken Mahmut kıtlıktan çıkmış gibi yiyor arada bir de beni unutmayıp kendisi gibi yemem için uyarıyordu. Ben mızmız çocuklar gibi isteksiz bir şekilde yemiyor, yemeye çalışıyordum ama olmuyordu. Ağzımda büyüyor, yutmakta zorlanıyordum. Karnımın aç olmadığını söylemeye çalışmam da bir işe yaramamış, öğleden itibaren kaç saat olmuş başka bir şey yememiş olduğuma göre onun kadar acıkmış olmalıydım diye düşünüyor. Mahmut aldıklarını bitirdiğinde benimkiler hala yerinde duruyordu. Bunu fark edince “ Tamam, onları beğenmedin herhalde. Bak biftekler geliyor, buranın bifteğini hiçbir yerde yiyemezsin.” Diyerek ne kadar lezzetli olduklarını övünerek anlatıyor fakat ben duymak dahi istemiyordum. Gelen garsonlar, önümüzdekileri alıp biftek tabaklarını bıraktılar. Aman Yarabbim! Ben bu kadar büyük ve kalın biftek görmedim öğlen gelen biftekten biraz daha büyük ve kalın, bir o kadar da garnitür ile süslemişler. Memleketimizde abartısız 2-3 kişinin rahatça doyabileceği bir menü ve benim önümde duruyor, ben ise öğürmemek için kendimi zor tutuyorum. Mahmut, hemen başladı ve beni de ihmal etmeden sık sık hadi diyerek işkencenin dozunu arttırıyordu. Hatır için 1-2 lokma keserek yedim. Yumuşak ve lezzetli olup gerçekten de nefisti. Biraz daha devam edersem çıkaracak gibi oluyordum. Mahmut, bifteğini bitirdi, benim ki olduğu gibi durduğu için sitem etmeye başladı. Ne kadar anlatsam da beni duymuyor veya anlamıyordu. Israr etmese ve beni kendi halime bıraksa çok memnun olacak ve işkence çekmeyecektim ama o beni en iyi şekilde ağırlamaya kendini programladığından ona göre uygun bana göre büyük bir işkenceye dönüşen ısrarını sürdürüyordu. Aya kalkarak işkencenin şeklini değiştirmeye karar vermiş olacak ki elimden tutarak beni de kaldırdı. “ Buranın tatlıları meşhurdur, gel kendimize birer tatlı tabağı yapalım.” Demez mi? Şimdi düşüp bayılacağım diye düşünürken son bir hamle yapmaya karar verdim “ Mahmut, bir lokma dahi yiyecek halim kalmadı, midem çok kötü. Teşekkür ederim, sen istediğini al, bana bakma.” Dedim. Şaşkın ve küskün bir bakış atarak gitti. Biraz sonra koca bir tabak tatlı potborisiyle geri dönerek yerine oturdu. Bu kadar şeyi yedikten sonra koca bir tabak dolusu tatlı nasıl yenilebilir, düşünmek bile istemiyordum. Onu görünce dahi midem isyan etti, görmemek için sağa sola bakıyordum, insanlar vahşi hayvanların avını iştahla yemesi gibi yiyorlar ve vazo gibi büyük bardaklarda da içleri yarıya kadar buz dolu çeşitli içecekleri içiyorlardı. Bize yazın dahi buzlu içecekler aman bademcikleriniz şişer diye içirilmezken bunlar inadına kışın ortasında buz dolu sıvıları tüketip sapasağlam dolaşıyorlardı. Demek ki buzlu içmek bademciklere ve boğaza zarar vermiyormuş, bir şehir efsanesinin yıkılışına şahit olmanın onurunu da yaşamış oldum. Mahmut, ödediği paranın ve fazla zorlanmadan aldıklarının hakkını verdiği gibi yemeyen arkadaşının da intikamını aldı. Herhalde üzerine cila çekmek istemiş olacak ki koca bir dondurma almış olarak geldi, onu da ardında hiçbir delil bırakmamacasına silip süpürerek muzaffer bir kumandan edasıyla arkasına yaslandı. Dünyanın süper ve en güçlü devletinin insanlarının karınlarını nasıl doyurduklarına bu kadar yakından tanık olduktan sonra tüm Dünya milletlerinin bunda payı olduğuna ve onların tıka basa doymaları için çalıştıklarına üzülerek şahit olmak içimi burktu. Kahvelerimizi içtikten sonra Mahmut’un evine gitmek için kalktık ve yola koyulduk.
Yolda sohbetimize devam ediyoruz. Mahmut, dağınık, pasaklı ve tertipsizdir. Bekârlığa devam ettiğini bildiğimden evinin halini tahmin etmem güç olmuyor. Yakın olduğumuz için 15-20 dakikalık bir yolculuktan sonra New London’a geliyoruz. Denizaltıcılık zamanımızda Amerika’dan alınan gemiler ya San Diego’dan (Boston’un tam aksi noktasında A.B.D. nin en Güney Batısında) ya da New London’dan alınırdı. O kadar çok anı dinlemiştik ki iki şehri de görmeden tanımıştık. Bunca yıl sonra işte ben de hayallerimi süsleyen iki şehirden birine gelmiştim. Mahmut şehri dolaştırdıktan sonra evine götürdü. Burada binalar tuhaf, bizde dikine giden binaların her katında 1,2,4 veya daha fazla daire olur ama bunlar binaları yatay ve az katlı yapıyorlar. Mahmut’un dairesi de böyle bir binada, 2 katlı ve sağdan sola 150 metre civarında uzunluğu, 8-10 tane girişi olan bir bina. Binanın sağ ve sol tarafında üst katına dışarıdan merdivenle çıkılıyor, biz sağ merdivenden çıktık dış kapıyı anahtarıyla açıp büyük bir koridora girdik, koridorun iki tarafında bir uçtan diğer uca doğru daireler sıralanmış durumda biz sağ baştan ikincisine girdik. İçeriye girince hayal kırıklığına uğramadığımı hissettim hatta az bile düşünmüş olduğumu gördüm koltukların üzerinde oturacak yer yoktu. Mahmut benim titizliğimi bildiğinden mahcup bir şekilde büyük koltuğun üzerine oturulacak kadar aralamaya çalışırken kaç kere özür dilediğini hatırlamıyorum. Derli toplu bir eve birkaç kişiyi alsanız ve burayı istediğiniz gibi dağıtabilirsiniz deseniz, eminim bu kadar dağıtamazlardı. Burası evinin salonu, diğer tarafları görmek dahi istemiyordum. Mecburen oturduk, Mahmut Ukrayna’lı 2 çocuklu bir kadınla evlenmiş. Kadının resmini gösterdi, güzel bir kadın. 30 yaşlarında, kumral, gençliğinde bale eğitimi görmüş, 5 dil biliyormuş. Onu Amerika’ya getirmeye çalışıyormuş bu yüzden 2 gün sonra oraya gidecekmiş. Mahmut, bana sanki devlet sırrıymış gibi kimseye söylememem için sıkı sıkı tembih ediyor. O zaten böyledir, büyük bir sırmış gibi bir şey söyler, aynı şekilde başkasına sonra bir başkasına derken bir bakmışsınız herkesin haberi olmuş olur. Mahmut aynı bıraktığım gibi sadece 25 kg kadar fazlası var. Bu kadar yemeğe az bile diye düşünüyorum. Saatin 23:00 olduğunu görünce kalkmak istediğimi hissediyor ve orada kalmam ve sabah erkenden götürebileceğini söylüyor ama huyumu bildiği için de ısrardan vaz geçip otelime doğru yola çıkıyoruz.
12 ŞUBAT 1997 NORWALK-USA Çarşamba
Sabah kahvaltımı, yine Mary Hanımın insanın içini ısıtan karşılaması, mükemmel servis ve sunuşuyla yaptım. O kalabalığın ve değişken müşterilerin içinde ismimi hatırlayıp çayımın da şekersiz olduğunu söylemesi tebrike şayandı. Memnuniyetimi belirtip teşekkür ettikten sonra lobiye geçtim ve Harold’u beklemeye başladım. 20 dakika kadar vaktim olduğundan bir gazete alıp kapının karşısı ve resepsiyonun yan tarafındaki koltuğa oturdum. Müge Hanım part time çalışıp artan zamanlarında eğitimine devam ettiğinden öğleden sonra geleceği için bankoda başka birisi vardı. Selamlaştık ve gazetedeki haberleri inceleyemeye başladım. Az sonra üst kattan bağırma ve yüksek sesli haykırışlar gelmeye başladı. Gürültünün sahibinin kim olduğu hızla merdivenleri inip resepsiyondaki bayana bağırarak memnuniyetsizliğini anlatmaya çalışan bir zenci erkeğin olduğu anlaşıldı. Bir yandan ırkçılık yaptıklarını ve zencilere 2. Sınıf insan muamelesi yapıldığını haykırıyor diğer yandan da otelin kötü yönetilip servisin berbat olduğunu haykırıyordu. Gürültüye diğer müşteriler ve otel müdürüyle yardımcısı da geldiler. Kendisi kırmızı bir takım elbise, kırmızı ayakkabılar, göğsüne kadar açık siyah bir gömlek ve geniş kenarları olan siyah bir fötr şapka giymiş ilginç bir o kadar da karizmatik bir kişiydi. Bankodaki bayanın ikna çabaları yeterli olmayınca otelin müdürü ve yardımcısı da nazik bir dille özür diliyorlar ama onu ikna edemiyorlardı. Zencilere kötü davrandıklarını ve kendilerini dava edeceğini sürekli vurgulayıp ırkçılığın büyük bir insanlık suçu olduğunu tekrarlıyordu. Müdür ve yardımcısının yanına gelerek kendisine müşterilerin duymayacağı sesle bir şeyler söyleyince sakinleşmeye ve sesini biraz daha alçaltmaya başladı. Az sonra da ikna olmuş fakat memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle hızla oradan ayrıldı. Otel müdürü ve yardımcısı orada bulunanlardan özür dileyerek gerginliği azatlılar. Ben de hayret ve anlamsız bakışlarla neden böyle davrandığına anlam veremeyerek gazetemi incelemeye devam ettim.
Saat tam 09:00 da Mr. Foodman kapıda gözüktü. Kendisini görünce hemen ayağa kalktım, selamlaştıktan sonra da hazır olduğum için hemen çıktık. Yolda sabah lobide olanları anlattım. Harold hiç şaşırmadı, olağan olduğunu ve sık rastlandığını söyledi. Meğer zenci müşteriler hesabı ödememek için suni bir kaos çıkarıp otel yönetimini müşterilerinin önünde hak etmedikleri suçlamalarla itham ediyor, onların da sırf müşterilerin rahatsız olmaması ve yanlış değerlendirme yapmamaları için bilerek hesap ödememelerini kabul etmek zorunda kalıyorlarmış. Bunu duyunca hayretim bir kat daha arttı.
Hava açık ve güneşli olduğundan kendimi şanslı hissediyordum. Harold’a söyleyince gülümsedi, “ Sizi üzmek istemem ama bu gece kar yağacak. “ Dedi. Ben “ Nasıl olur, havada tek bir bulut dahi yok.” Dedim. O da gülümsemekle yetindi.
Çalışmalarımıza devam ettik. Harold eğitimimle yakından ilgilendiği ve benim titizliğimi de gördüğü için her şeyin tam olmasını eksik bir şeyin kalmamasını istiyordu Öğle olunca yemeğe çıkmak için otoparka indik. Beni almak için geç kaldığı için arabasını yine en sonda klimaların dış ünitelerinin bulunduğu yere koymuş ve bundan hiç rahatsız olmamıştı. Dünkü halimi gördüğünden nasıl bir yere gitmek istediğimi sordu. Ben az yemek servis edilen bir yer olsun dedim. O da “ Sandwich ister misin?” Deyince çok memnun oldum.
Öğleden sonra da eğitimimiz yoğun şekilde devam etti. Çalışmalarımızı bitirip 17:00 de beni otelime bıraktı, içeriye girdiğimde Mahmut lobide oturmuş beni bekliyordu. Hemen hazırlanıp çıktık bu sefer aksi istikamete gidip büyük bir alış veriş merkezine geldik. Dolaştık, gezdik ve yemek için restauranta girdik bir önceki günün tecrübesiyle bu günkü işkenceyi hafif atlattım. Ertesi gün 16:30 da hazır olmamı belirterek gece 23:00 de beni otelime bıraktı.
13 ŞUBAT 1997 NORWALK-USA Perşembe
Sabah kalkıp her yerin bembeyaz olduğunu görünce hayret ettim. Mr. Harold haklı çıkmıştı, her günkü saatte alarak yine yoğun çalışmalardan sonra beni16:00 da otelime bıraktı. Mahmut bir arkadaşıyla gelecek ve New York’a gideceğiz. Onu havaalanına bırakacağız ve 18:50 uçağıyla Ukrayna’ya gidecek. Biz de New York’u gezeceğiz. Saat 17:00 olmasına rağmen gelmediler, endişelenmeye başladığımı gören Müge Hanım da merak etmeye sık sık kapıya bakmaya başladı. 17:10 da geldiler, hemen çıktık. Onu uçağına yetiştirdikten sonra biz de Ahmet ile New York’un içine Manhattan’a doğru yola çıktık.
Ahmet 7 yıl önce Amerika’ya gelmiş, 37 yaşında, Mahmut’un yanında çalışıyor, evli ve 1 çocuğu varmış.
3 saat kadar Manhattan’da dolaştık, resimler çektik. Hiç bu kadar çok büyük binayı bir arada görmemiştim. Dünyanın en yüksek iki binasını gördüm Empire State Bulding ve Twin Towers’ı hayret ve hayranlıkla seyrettim ve resimlerini çektim. Yolda ilerlerken, kırmızı ışıkta durduğumuz bir sırada, filmlerdeki gibi iki zencinin alt alta üst üste kıyasıya kavga ettikleri, 8-10 kişinin de onları ayırmadan seyrettiklerini gördük. İlgimi çektiğinden penceremi açıp resimlerini çektim. Flaş patlayınca kalabalık bize döndü ve bağırıp, küfürler etmeye başladılar. İçlerinden birkaç tanesi bize doğru gelmeye başladığında yeşil yandı ve Ahmet hızla gaza bastı da muhtemel bir tehlikeyi atlatmış olduk. Ahmet New York’un çok tehlikeli bir yer ve tenha yerlerde gezmenin intihardan farksız olduğunu, zencilerin ve serserilerin 10 dolar için adam öldürdüklerini söyledi. New York’un önemli yerlerini gezdikten sonra Ahmet gece 01:00 da beni otelime bırakarak gitti.
14 ŞUBAT 1997 NORWALK-USA Cuma
Bu gün kursun son günü, Mr. Harold Foodman ile cihazlar ve sistem üzerinde son bir tekrar yaptık. Öğleden sonra otele geldik. Lobide Müge Hanımla birlikte oturup kahve içerken Harold “ Niyazi Bey, isterseniz sizi New York’ta bir otele yerleştirelim, rahatça gezer, alış veriş yaparsınız. Hem gideceğiniz zaman da havaalanına daha kolay ulaşırsınız.” Dedi. Müge Hanım ben bir şey demeden lafa girdi “ Niyazi Bey burada kalırsanız, ben sizi alış verişe götürürüm. Arkadaş grubumuzla tanıştırıp yemeğe gider, yarında New York’u gezeriz. Pazar günü de buradan gidersiniz ne dersiniz? Deyince çok hoşuma gitti ve kabul ederek Mr. Foodman’a teşekkür ettim. Her şey için ona teşekkür ederek veda ettim. Bu fikri kabul etmiş olmakla ne kadar iyi yaptığımı daha sonra anladım. Kocaman New York’ta tek başıma ne yapabilirdim. Sağ olsun Müge Hanım ve eşi beni gezdirip alış veriş yapmamı sağlayarak dolu dolu bir gün yaşattılar.
15 ŞUBAT 1997 NORWALK-NEW YORK-USA Cumartesi
Müge Hanım sabah 09:30 da gelerek beni otelden alıp alış veriş merkezlerine götürdü. Bütün yerleri bildiğinden ucuz ve pahalı yerleri gösterdi. Yakınlarıma hediyeler almak istediğimden ve kısıtlı bütçem olmasından dolayı ucuz yerlere götürmesini istiyordum. Buradaki ucuzluğu görünce hayretimi gizleyemedim. Türk kadınları burada olsa bavullarını tıka basa doldurur, paralarını da son kuruşlarına kadar harcarlardı. Müge Hanım ucuzluğun sebebini anlattı. Amerika’da bazı dönemlerde çok büyük indirimler olurmuş. Örneğin bir bluz indirimden önce 40 dolardan satılıyorsa bu ilk indirimde 30 dolara, 2. İndirimde 15 dolara inermiş. Senede 1 veya 2 kere olan ve en fazla 1 hafta süren 3. Ve son indirim olurmuş. Benim şansıma da bu hafta o haftaymış. İşte indirimden önce 40 dolar olan o bluz son indirimde 3 dolara satılıyormuş. Fiyatları gördükçe hayret ediyordum. Müge Hanım da bu indirimleri takip edip bir sürü ihtiyaçlarını alıyormuş. Bunları görünce keşke daha fazla param olsaydı da bu ucuzluğu değerlendirebilseydim diye hayıflandım. Yaklaşık 120 dolar harcadım ama indirimden önce olsaydı herhalde 1500 dolardan fazla harcamam gerekebilirdi. Alış verişi tamamlayıp 14:30 da otele döndük. Çok rahatlamıştım, Müge Hanım sayesinde istediğimden de çok iyi bir alış veriş yaptım.
Müge Hanım ve eşi akşamüzeri beni otelden alarak New York’a götürdüler. Saatlerce gezip resimler çektikten sonra New Jersey’de bulunan çok meşhur bir Türk Kebapçısına götürdüler. Uzun bir masada 15-16 kişilik arkadaş grupları da yeni gelmiş bizi bekliyorlarmış. Beni tek tek tanıştırdılar. Hepsi temiz ve şık giyimli, iyi eğitim görmüş oldukları mesleklerinden belli oluyordu. Meslek dağılımları, akademisyen, iş adamı, doktor, yönetici gibiydi. Restaurantın büyüklüğü ve lüks oluşuyla iftihar ettim. Müşterileri arasında Türklerden çok Amerikalılar vardı. Meğer garsonları da Türk’müş kendimi bir anda memlekette hissettim. Benimle çok ilgilendiler, sorular sordular, ülkemizin siyasi ve ekonomik durumu hakkında fikir alış verişinde bulundular. Yemekten sonra içilen kahveler ve sohbetten sonra beni gece yarısı otele bıraktılar. Kendilerine çok çok teşekkür ederek vedalaştım.
16 ŞUBAT 1997 NORWALK-NEW YORK Pazar
Sabah 09:00 da kalktım. Banyo ve kahvaltıdan sonra odama çıkmadan önce Mary hanıma bu 1 hafta içerisindeki kahvaltı servisinden dolayı teşekkür ederek vedalaştım. Odama çıkıp çantamı zorlukla hazırladım. Aldıklarımı valize güçlükle yerleştirebildim. Buna ilave olarak el çantam ve şirkete götürmek üzere bir kutu var ki yaklaşık 15 kg ağırlığında küp şeklindeydi. Hepsini nasıl taşıyacağımı düşünürken eve dönüyor olmam bu zorlukları hafifletmişti.
Taksinin gelmesine 3 saat olduğundan lobide oturuyorum, barda temizlik yapılıyor, bitince geçip bir masaya oturup 1 kahve söyledim. Defterimi çıkarıp notlarımı yazarken vakit geçirmeye çalışıyorum. Harold aracın 14:30-15:00 arasında geleceğini söylemişti ama saat 14:40 oldu hala gelen yok. Anamdan kalan pimpiriklikle ya gelmezse diye endişeleniyorum. 15:00 e kadar daha vakit var biraz sabır diye kendime telkinde bulunuyorum. 15:50 de aracın geldiği bildirildiğinde rahatladım. Lobiden içeriye iyi giyimli, gür ve çenesine kadar kızıl bıyıkları olan iri yarı sevimli bir adam girdi. “ Mr. Kaptan” Deyince ayağa kalktım. Valizim ve kutuyu kaptığı gibi hızlı adımlarla dışarıya doğru yürüdü ben de peşinden gittim. Dışarıya çıktığımda kapıda pırıl pırıl, balköpüğü renginde bir Limuzinin beklediğini gördüm. Makinemde 1 adet poz kalmıştı, şoföre “ Çek bakalım şu garibanın ibret-i âlem için bir resmini” Dedim. Bakarsın inanmayan olur, iyi çıkmıştır inşaAllah ama flaşta çakmadı diye düşünerek arka koltuğa oturdum.
Etrafa bakarak ve inceleyerek J.F.Kennedy havaalanına geldik. Bagajlarımı teslim ettikten sonra uçağın kalkmasına 1,5 saat olduğundan içeride dolaşarak kalkma zamanına kadar dolaştım nasıl olsa uçakta saatlerce oturacaktım. 18:00 da kalkacak uçağımız yoğunluktan dolayı 18:50 de kalktı. Yolculuğumuzun 8 saat 15 dakika süreceği anons edilince şaşırdım. Gelirken 11 saat 5 dakika sürmüştü şimdi nasıl oluyor da böyle oluyor. Gelirken rampa yukarı geldik, giderken rampa aşağıya mı gideceğiz? Ondan dolayı mı çok daha az sürecek?
Beni yarın 11:00 de bekleyecekler fakat ben çok önce varacağım için bakalım ne yapacağım? Yanımda oturan adam kalktı başka bir yere oturdu. Gelirken de yanım boş olduğundan rahat bir yolculuk yapmış ve hep gündüz geldiğimiz için de seyrede seyrede gelmiştim ama şimdi hava karardığı için zor bir yolculuk olacak diye düşünüyorum. Biraz sonra yanıma esmer, zayıf bir adam oturdu. Bu kadar boş yer varken yanıma oturması hoşuma gitmedi. Hostesten, önce votka istedi. İngilizce konuşuyor, her halde Rus diye düşünürken laf attı, istemeyerek konuşuyorum. Bilgisayar Mühendisi, Amerika’lıymış. Seyahatlerden bıkmış, bu İstanbul’a 5. Gidişiymiş, Eğitim verip dönecekmiş. Bu arada bir de viski içti arada bir de hap içiyordu. Tamam, şimdi çattık bir belaya derken bir de bira içti. Bu kadar karışık içki ve haplardan sonra komaya girmesi yakındır diye düşünürken. Kemerlerimizi bağlamamız ve türbülansa gireceğimiz anons edildi. Biraz sonra uçak sarsılmaya başladı. Tam Atlantik Okyanusunun ortasındayız ve uçağın sürati 1300 km. şiddetli okyanus rüzgârları arkadan geliyormuş. Sarsıntı artarak devam ediyor. Gelirken en ufak bir sallantı olmamıştı, bu nereden çıktı, 5-10 dakikada geçer herhalde diye düşünüyorum ama yarım saat oldu hala geçmiyor ve artıyor. 21 yıl denizaltıcılık yaptım, bu kadar endişelenmemişimdir. Türbülans başladığından beri yanımdaki adam mışıl mışıl uyuyor hiçbir şey umurunda değil. Belkide bunun için karışık içkiler ve haplar içerek sızarak uyumayı planladı, göründüğü kadar aptal değilmiş demek. 1 saat oldu uçaktaki sarsıntılar devam ediyor. Yaşlı bir kadının fenalaştığı ve yolcular arasında bir doktor varsa yardım etmesi rica edildi. Kâbus dolu 1,5 saatin sonunda Türbülans bitti, az sonrada Avrupa kıt’asına, İngiltere’nin güneyi, Fransa’nın kuzeyinden giriş yaptığımızı görünce rahatladım ve gevşedim. 1 saat sonra güneş doğmaya başladı. O ne müthiş manzaraydı Yarabbi! Biraz daha ilerleyince altımızda yer yer bulutlar, karlı dağlar, nehirler, göller ve yem yeşil tabiat ve tadına doyulmayacak eşsiz manzaralar eşliğinde yolumuza devam ettik. Edirne’den yurdumuzun semalarına girdiğimizde içimi büyük bir sevinç ve huzur kapladı. Tekirdağ üzerinden Marmara’ya girdiğimizde iniş için alçalmaya başladık. Alçaldıkça bulutların içerisine giriyoruz ve hiçbir şey görünmüyor derken birden etraf aydınlanıp Atatürk Hava alanı görünmeye başladı. Hava kapalı ve yağmurlu, pistin başına gelip iyice alçalıyoruz ve uçağın tekerlekleri piste değiyor, hafif bir sarsıntı ve alkışlar eşliğinde aprona doğru ilerliyoruz. Burada başlayıp burada biten 1 haftalık seyahatim de sona eriyor.
KURAN ARAŞTIRMALARI GÖZ HİZASI
niyazi kadeşim teşekkürler. beni tekrar amerikaya götürüp , getirdin. adeta roman yazar gibi yazmışsın. tebrik eder başarılarının devamını dilerim .
özellikle mahmutu çok-çok iyi tasvir etmişsin . hiç değişmemiş.